24 Aralık 2007 Pazartesi

İnovasyon, Türklerin genlerindedir

Bilgi Çağı, Ekim 2007




Yenilikçi fikirler her millette olduğu kadar, Türklerde de vardır. Geri kalmışlığın temelini, yenilikçi fikirlere karşı oluşta değil de, yaratılamayan üretim ilişkilerinde aramak daha doğru bir yöntemdir.
Ülkeleri ve kültürleri birbirinden ayıran sınırların kalktığı bir dünyada yaşıyoruz. İletişim olanaklarının artışı, dünyayı her geçen gün hızla küresel köye çeviriyor. Bilgi, uluslararası bir düzende anında dünyanın her tarafına dağılıyor. İş dünyasındaki en iyi uygulamalar, daha önce olmadığı kadar hızla ortalığa yayılıyor. İnternet ve teknolojideki ilerlemeler, iş dünyasının ve ekonominin bildiğimiz işleyişini her geçen gün değiştiriyor. Yeni ekonominin en önemli silahı olan inovasyon, küreselleşmenin getirdiği benzerlikleri aşarak yok olmamak için neredeyse tek savaş aracı olmuş durumda.

Bugün artık hemen hemen her yerde karşımıza çıkan “İnovasyon” (yenilikçilik) kavramı, iş dünyamızın imdadına adeta “hızır” gibi yetişti. Hemen her gün gazete ve dergilerde haberler çıkıyor, üzerine kitaplar yazılıyor, uluslararası toplantılar organize ediliyor. İnovasyon haftaları düzenleyen şirketler, çalışanlarından yenilikçi fikirleri üretmelerini zorunlu hale getiriyor, yenilikçi fikirleri icat eden çalışanlarını prim vererek teşvik ediyor. Bazı çevrelere göre inovasyon o kadar önemli ki, dış ticaret açığı bile bu yolla kapatılabilir. Ya da, Batı’daki Sanayi Devrimi’ni kaçıran Türkler, “inovasyon devrim” sayesiyle geri kalmışlığı kötü kaderini alnından silip atabilir. Bütün bu gelişmeler yaşanırken belki de kavramın yabancı bir sözcük olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, inovasyonun bizim kültürümüzle bir ilgisinin olmadığı yönünde genel bir inanış hakim. İşte size bir örnek:

“Ülke olarak hâlâ; başka ulusların mimarı oldukları bilimsel ve teknolojik gelişmeleri ve toplumsal etkilerini ölçüp çözümleyebilmek ve kontrol altında tutmak için buldukları yeni kavramların ördüğü bir dünyaya ayak uydurmaya çalışanların arasındayız; o dünyayı kavramlarıyla terimleriyle birlikte üretenlerin arasında değil…” (Aykut Göker; CBT, 27 Nisan 2007)

Göker’in söyledikleri, kendi mantık silsilesi içinde ve “ulus devlet” bağlamında haklılık taşıyor olabilir. Fakat bugün dünyada yaşananları “ulus-devlet” modeline göre açıklamak doğru bir yöntem gibi gözükmüyor. Çünkü “Made in …” etiketinin önemi neredeyse kalmadı. Tüketiciler, hangi ülkenin ürettiğine ya da üretimin nerede yapıldığına değil, hangi markanın ürettiğine bakıyor.

“Komplekslerinizden hızla kurtulun…”

Yazının gidişatından anlaşılacağı üzere, temel tezimiz yenilikçi fikirlerin her millette olduğu kadar, Türklerde de var olduğu üzerinedir. Türk insanının yaratıcılığı Batı uygarlığına ait olan ülkelerde yaşayan insanların yaratıcılıklarından hiç de aşağı değildir.

Kurukahveci Mehmet Efendi’nin gerçekleştirdiği şey, sizce inovasyon değil de nedir? Onun ticari icadına kadar Türk kahvesi, çiğ çekirdek olarak satılıyor ve evlerdeki kahve tavalarında kavrulduktan sonra el değirmenlerinde çekilerek içilebiliyordu. O kahveyi yeni bir pazarlama tekniğiyle sununca, Türkiye’de kahve konusunda bir devrim yarattı. Nasıl mı? 1871 yılında işin başına geçen Mehmet Efendi, çiğ kahveyi kavurup dibeklerde öğüterek satmayı akıl etti. Böylelikle, Mehmet Efendi, Osmanlı ekonomisinin ilk farklılık yaratan kişilerinden biri oldu. Türkler insanlık tarihi için belki de büyük buluşlara ve teknolojik yeniliklere imza atmamış olabilirler ama her millette olduğu kadar Türklerin de ticari hayatta yenilikçi fikirlerle içli-dışlı. İstanbul Boğazı’nda on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru insan taşımacılığı başlamıştı ancak yük ve at arabalarını gemilerle taşımak oldukça sıkıntılıydı. İşte dünyanın ilk arabalı vapur fikri, bu ihtiyaçtan doğdu. Hüseyin Haki Efendi ile Sermimar Mehmet Usta, kafa kafaya verince arabalı vapur ortaya çıktı.

Türklerin yenilikçi olma fikirlerinin çapı oldukça geniştir. Pasteur’ün enstitüsü, Türklerden alınan parayla kurulduğunu biliyor musunuz? 1885 yılında Pasteur kuduz aşısını bulduğunda Sultan II. Abdülhamit, Pasteur’ü ülkeye davet etti. Türkiye’ye gelemeyince Abdülhamit, aşıyı öğrenmeleri için Paris’e yolladığı heyetle Pasteur’e “Mecidiye Nişanı” ve “Aşı Hayırhanesi yapması için” para gönderdi. Enstitü, 1888 yılında Osmanlı’dan giden bu parayla bu parayla kuruldu. Mevlana Celaleddin Rumi’nin “Dünle beraber gitti, düne dair ne varsa, artık yeni şeyler söylemek lazım” diyen sözleri, genlere yerleşen “yenilik” gücüne ne kadar değer verildiğini bize kanıtlar. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçmak için Galata Kulesi’nden kendisini boşluğa bırakması, Afyonkarahisarlı Con Ahmet’in başarısız Zatülhareke denemesi (kendi kendine hareket eden, enerji üreten ya da enerjisiz çalışan makinesi) ya da ünlü tayyareci Vecihi Hürkuş’un hurdadan yaptığı uçaklar, onların içlerindeki bastıramadıkları “yenilikçi olma” istekleriydi.

Türkler, inovasyon kültürüyle oldukça haşır-neşir bir toplumdur. Her ne kadar Türklerin kendi keşifleri olmasa da, icadının üzerinden çok geçmeden kullanılmaya başlanan uçak, telgraf, tramvay, radyo ve son olarak cep telefonu, Türklerin yenilikçi fikirlere çok çabuk adapte olduğunu ve inovasyonun genlerine yerleştiğinin en canlı kanıtıdır.

Ekonomi tarihinin en önemli siması Vehbi Koç’un başarısının altında, yenilikçi fikirlere olan yatkınlığı vardır. Koç, İkinci Dünya savaşı bitimine iki yıl kala Bernar Nahum’a iş teklifinde bulunduğu sıradaki düşünceleri onun ne derece ileriyi gören bir yapıda olduğunu gösterir. Koç “Savaş eninde sonunda bitecek, ticaret başlayacak” diyordu; fakat dönemin en önemli ticaret adamlarından Eli Burla’ya göre savaş sürüyordu ve kemer sıkmak gerekliydi. Sanırız Burla, yanıldığını kısa bir süre sonra anlamıştır.

1940’larda eğitim hayatını Almanya’da bitirerek Türkiye’ye döndüğünde Nejat Eczacıbaşı, en büyük çocuk olarak baba mesleğini sürdürmesi beklenirken, o İstanbul’da yeni bir iş başlatmayı tercih etti. 1950’de Türkiye’nin ilk modern ilaç fabrikasını faaliyete geçirdi. Zamanla faaliyet alanlarını farklılaştıran Nejat Eczacıbaşı’nın ünü, servetini geride bıraktı. Türkiye’de farklı ve yeni konsepti geliştirerek, iş adamlarının her şeyden önce toplumsal faaliyetleriyle de ön plana çıkabileceğini göstermiş oldu. İstanbul Festivali’ni düzenleyenler arasında yer alan Eczacıbaşı, iş dünyasının ülkenin iktisadi ve sosyal gelişimine yoğun bir şekilde katılmasını sağlamaya çalışan girişimcilerin öncüsü oldu.

Geri kalmışlığın temeli, yaratılamayan üretim ilişkilerindedir

Türkiye, kendi markasına üretim yapmıyor ya da yapamıyor ve Batı’nın fason üreticisi olmanın gerekliliklerini yerine getiriyor. Ayrıca başkalarının yaptığı tasarımlar üzerinden de geliştirmeler yapmak, Türklerin sıkça başvurduğu yöntemlerden biri. Aslında Türklerin, pratik zekasının ve yaratıcılığının nasıl çalıştığını gösteren en iyi örnek, İrfan Sayar’ın ünlü mucit karakteri olan “Zihni Sinir” karikatür tiplemesidir. İşte konuyla ilgili diğer örnekler:
1940’lı yılların yokluk zamanlarında aslen ahşap ustası olan Satılmış Şahin, yabancı menşeili kamyonet ve kamyonları ahşap kasa otobüs haline getirmeyi akıl etmişti. Onun hayata geçirdiği bu yöntem, günümüzde biraz değişmiş haliyle hâlâ kullanılıyor. Ya da 1950’li yıllarda Verdi Kardeşler, geliştirdikleri montaj fikriyle, Türkiye otomotiv sanayinde çığır açtılar. Türkler daha çok, dışarıdan teknoloji alıp onların ürettiği tasarımları üretme yolunu seçiyor. Biliyoruz ki, Dolmuş’u insanlığın hizmetine sunan Aşçı Halit, 1929 Dünya Ekonomik Krizi olmasa bu fikrini hayata geçiremezdi.

Aslında Türklerin içinde bulunduğu durumu “Altyapı var ama tesis yok” sözü gayet iyi özetler. Zaten geri kalmışlığın temelini, yenilikçi fikirlere karşı oluşta değil de, yaratılamayan üretim ilişkilerinde aramak daha doğru bir yöntem. Toplumda sermaye birikiminin yetersizliğinin ötesinde, şirketleşme olgusuna karşı olan yabancılık, bilgi ve tecrübe eksikliği, ekonomik gelişmenin önündeki en büyük engellerdir. Türkiye’de ekonomik açılımlarla birlikte sanayileşmeye yönelik ilk adımlar, ancak on dokuzuncu yüzyılın başlarında atılabildi.
Öncelikle, Osmanlı Devleti’nde Batı’daki gibi, toplumsal dönüşüme önderlik edecek girişimci bir burjuva sınıfı yoktu.Avrupa’daki gibi kendi doğallığı içinde gelişen bir süreçte ortaya çıkamayan girişimcilerin, devletten bağımsız bir şekilde ekonomik hayatta yer alabilmesi için uzunca bir süre beklemesi gerekiyordu. Batı’nın 200 yıllık geçmişi olan bir kültürün refleksine sahip olacak girişimci sınıfın işin hâlâ başında olduğunu görüyoruz. Türkler, Batı’daki gibi belki çok “büyük keşiflere” imza atmamış olabilirler ancak her ülke gibi kendine özgü şartları nedeniyle yeniliklerden geri kalmadılar.

Türkler, Batı karşısındaki “aşağılık kompleksinden” kendisini kurtarabilirse, durumun hiç de öyle “vahim” olmadığı ortadadır. Girişimcilerin “ticari kasları” henüz ciddi bir şekilde gelişmiş değildir. Ama yine de Türkiye’de girişimci sınıfın, değişen dünyaya ayak uydurmaya ve girişimcilik kaslarını hızla geliştirmeye “çabaladığını” gözlemleyebiliyoruz. İşte “Türk İnovasyon Kulübü” üyelerinin inovatif çalışmalarından açıklamalı birkaç örnek.

Dimes, başarısını meyve suyunu karton kutuda satışa sunmaya borçlu. Kristal Yağları, teneke kutuda zeytinyağını piyasaya ilk sunan şirkettir. İş Bankası, halkı kumbarayla tanıştıran ilk bankadır. Zeki Triko’nun kurucusu Başeskioğlu’nun başarısının sırrı, mallarını farklı pazarlama teknikleriyle satabilme yeteneğine borçludur. Kartal Makarna’nın Pastavilla’ya dönüşme öyküsü ise, okuyanları hayrete düşürecek kadar ilginçtir. Baklan Kardeşler, gıdaları gurbetçilerin ayağına götürmeyi akıl ediyor. Uzay Kimya’nın kurucusu Sevda Arıkan ise herkesin gittiği yoldan gitmiyor, aynen T-Box gibi herkesin yaptığının tersini yaparak Türkiye’de üretilmeyeni üretiyor. Efes Pilsen’in sadece tek bir kampanyayla satışlarını tavana vurdurmayı başardı. “Şu Türkler de çok oluyor!” reklam filmiyle belleklerimizde yer edinen dünyaca ünlü Türk markası Mavi Jeans, farklılığını vücut yapısına göre blue jeans tasarlayarak ortaya koydu. Adopen, hem pencerenin hem de perdenin adı oluveriyor. Simit Sarayı fikrinin sahipleri aslında yeni bir şey icat etmediler. Yaptıkları sadece tek şey, aynen Alman kahve zinciri markası Tchibo ya da Starbucks gibi yeni bir konsept yaratmış olmasıdır.
Evet, zaman komplekslerden kurtulma zamanı. Arçelik, icat şampiyonluğunu ne olursa olsun kimseye kaptırmıyor. Küresel ısınmanın ve çevre sorunlarının arttığı bir dönemde Vestel, temiz enerjide çığır açacak bir buluşa imza atıyor. Eczacıbaşı’nda inovasyon yarışı topluluğa, 82.5 milyon dolar kazandırdı.

Çok seslilik, en büyük zenginliğimiz

Ürün teknolojilerinde ve pazarlama yöntemlerinde, keşifler devri sona erdi. Bugün markalar açısından artık mutlak iktidardan söz etmenin imkanı yok. Teknolojinin küresel dağılımı sonucu, ürün ve hizmetlerin hepsi birbirlerine benziyor. Tam rekabet şartlarının hakim olduğu bir piyasada ayakta kalmanın tek yolu, bir süreliğine size “tekel” olma imkanı verecek yeni ürünler geliştirmekten geçiyor. Bir süreliğine diyoruz, çünkü piyasada bir an için ele geçirdiğiniz bu geçici üstünlük sonsuza kadar sürmeyecek. O nedenle her zaman yeni projelere ve buzdolabı görmemiş iyi fikirlere sahip olmanız gerekiyor. Rekabet toplumunda artık her şey hayal gücüne bağlı. Şirketler, hayal gücüyle kuruluyor, duygusal hayal gücüne dayandırılıyorlar. Hayal gücü, bilgiden daha önemli hale geldi. Bir kez daha Einstein haklı çıktı. Aynı onun söylediği gibi: “Düş gücü, bilgiden daha üstün.”

Küresel rekabetin karşısında direnmek oldukça zor ve işler eskisi gibi kolay değil. Artık, ekonominin yeni kuralları var. Amaç, günü kurtarmak değil, uzun süre ayakta kalmanın yollarını bulmak. Zamanın ruhu; yapılmayanı yapmak, denenmemişi denemek, olmayanı yaratmak, buluşçu organizasyon ve hızlı olmak üzerine kurulu. Farklı düşünmek ve bunun üzerinden yeni iş fikirleri geliştirebilmek bir kez daha önem kazanıyor. Bu yeni düzende şirketler, maddi varlıklara sahip olmaktan çok, beyin gücüne yani yaratıcı fikirlere sahip olmayı daha çok önemsiyor. Günümüz şirketlerine beyin gücü hükmediyor. Artık iş dünyasına patronlardan değil, aklında parlak fikirleri olanlar yön veriyor. Daha düne kadar esamesi okunmayan ve beyin gücüne dayanan şirketler, “dünkü iktidarın sarsılmaz sanayi devi şirketleri”nin bu ünlerini geride bıraktırıyor. Şirketler, büyüklüklerini sundukları yenilikçi yanlarıyla tanımlıyor ve kendilerini tamamen yeni fikirlere göre yeniden tanımlıyorlar.

Bu nedenle, Türkiye’nin de geleceğini yaratıcı fikirlerde araması gerekiyor. Çünkü ticari buluşlar, sadece Ar-Ge faaliyetleriyle değil kültürel değerler aracılığıyla da yaratılabilir. Türkiye’nin ayakta kalması ancak ve ancak kopya çekmekten uzak kendi tasarım kimliğini oluşturmasıyla mümkün. Bir başka deyişle, hızla küreselleşen ve birbirine benzeyen dünyada insanları birbirinden farklılaştıracak tek olgu, kültürel zenginlik. Farklı yaşam tarzları ve kültürler, Türkiye gibi ülkelerin ön plana çıkarabilecekleri ebrunun ayrılmaz parçaları. Bu anlamda, Türkiye küresel pazarda oldukça şanslı. Çünkü Türkiye özellikle, Batı’lı ülkeler tarafından modern hayatla İslam’ın aynı anda yaşandığı bir ülke olarak ilham verici bulunuyor. Sonuç olarak Türkiye kendi tasarım kimliğini oluşturabilmesi için, kendi kültürünü anlaması gerekiyor. Muhakkak ki, farklılıkları ön plana çıkarmak da geri planda tutmak da, ülkenin politik tercihine bağlıdır. Ancak yeni ekonomik modelde, Türkiye gibi farklı kültür, inanç ve bakışlara sahip ülkelerde, bu durum yeni fikirler ve fırsatlar yaratmanın bir anda ilk akla gelen modelleri oluveriyor.

Sizce, Orhan Pamuk’a Nobel edebiyat ödülü neden verildi? Siyasi nedenlerle mi? Yoksa, “kültürlerin çatışması ve birleşmesinde yeni semboller bulduğu” için mi?

Hiç yorum yok: