13 Aralık 2008 Cumartesi

Son kitabım hakkındaki eleştiriler


Tarihi eşelemek isteyenler için...

Radikal Kitap 05/12/2008

Şafak Altun, ‘Atatürk, İnönü, Bayar’ın İktisat Kavgası’ kitabında genelde neredeyse geçmiş zamanlarda vuku bulup unutulan bir efsane gibi anlatılan Mustafa Kemal-İnönü ayrılığına Cumhuriyetin ilk yıllarına şekil veren sınıf mücadelelerinin penceresinden bakmış

GÖKHAN KAYA (Arşivi)

Savaş, kan ve yalnızlıkla sınanmış Mustafa Kemal-İnönü dostluğunun 1937 Eylül’ünde Ankara’da bir tren garının kompartımanında bitmesi, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun kişisel tarihine bakıldığında ne yazık ki istisnai bir örnek değil. Mustafa Kemal’in şimdi Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filmi ile çokça gündeme gelen ‘yalnızlığı’nın arkasında ‘resmi tarih’ yazımı ile sıkı sıkıya gizlenmiş yoldaşın yoldaş ile giriştiği sert ve çetin bir iktidar kavgasının izleri var.
Yakından bakıldığında Mustafa Kemal’in önderliği ne Kurtuluş Savaşı sırasında ne de sonrasında rakipsiz değildi. Savaş sırasında Enver Paşa ve Çerkes Ethem’le, hemen sonrasında Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy gibi önemli komutanların öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla, 1926 İzmir suikast girişimi sonrasında tasfiye ettiği eski ittihatçı kadrolarla Mustafa Kemal ve yakın çevresi sürekli bir iktidar mücadelesi verdi.
Resmi tarihi şekillendiren Nutuk‘ta Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı tarihini anlatırken aynı zamanda kendisine meydan okuyup kaybeden eski müttefiklerini de sahneden siler ya da önemsizleştirir. Nutuk aynı zamanda bir tasfiye metnidir.
Bugün de siyasal partilerden kamu kurumlarına Cumhuriyet tarihine bakışımızı şekillendiren şey kopuş mantığıdır. Cumhuriyet tarihinin yazımını Osmanlı’dan kopuş ihtiyacı kadar gizlenmek istenen tasfiyeler süreci de şekillendirmiştir.
Tarih, gelecek tasarımlarının meşrulaştırılmasında bugün yaşayan insanlara işaret edilen en önemli ‘hakikat kaynaklarından’ birisi. O zamanlar ‘aslında ne olduğu’ bu yüzden sadece akademisyenlerle sınırlı olmayan bir ilgiyi hak ediyor. Güncel ‘Nasıl Bir Türkiye istiyoruz’ tartışmalarına baktığımızda açıkça görüyoruz ki popüler olan milliyetçi, ulusalcı söylemlerin birçoğu hakikatle bağlantısı çok tartışmalı ‘resmi tarih’ yazımına dayandırılıyor.
Neyse ki son yıllarda bu tabuları yüceltme eğiliminin yanı sıra ‘tarihi eşelemeye’ yönelik bir ilginin arttığı da görülüyor. Gazeteci Şafak Altun’un Atatürk, İnönü, Bayar’ın İktisat Kavgası da bunlardan birisi. Altun, kitabında genelde neredeyse geçmiş zamanlarda vuku bulup unutulan bir efsane gibi anlatılan Mustafa Kemal-İnönü ayrılığına cumhuriyetin ilk yıllarına şekil veren sınıf mücadelelerinin penceresinden bakmış. Kitap kolay okunan, hatıralara da dayanan bir dille İnönü’nün 1937’de Başbakanlık’tan istifa edişine kadar gelişen olayları Cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen iktisat politikalarının içinden anlatmaya çalışmış.

Milli kostüm altında yabancı sermaye
Altun’un çalışmasından pek çok ilgi çekici anekdot aktarılabilir ama ben bir kaçına değinmekle yetineceğim. Bunlardan ilki yolsuzluk ve milli mücadele sırasında yabancı sermayeye yönelik Ankara hükümetinin tavrı ile ilgili.
Genelde 1920’li yıllarda Türkiye’ye yabancı sermaye akımının durduğu düşünülür. Yabancı şirketlerin doğrudan yatırımı neredeyse yok gibidir. Oysa yabancı sermaye bu dönemde tam da Ankara üzerinden mili bir kostüm giyerek ülkeye akmaya devam ediyordu:
1920-30 yılları arasında kurulan iki yüz bir Türk Anonim şirketinin ödenen sermayelerinin yüzde 43’ü yabancı sermayeli Türk Anonim şirketlerine aitti. Celal Bayar gibi Cumhuriyetin üst kademe yöneticilerinin aralarında olduğu otuz milletvekili Yabancı sermayeli otuz iki şirkette elli iki yönetim kurulu üyeliğine getirilmişti. Cumhuriyet daha ilan edilmeden toplanan İzmir İktisat Kongresi bütün dünyaya yeni kurulan devletin liberal ve çağdaş dünyayla ilişkili bir çizgi izleyeceğini ilan etmişti. İzmir İktisat Kongresi dünyanın süper güçlerine, Sovyet tehlikesine yönelik bir mesaj olmasının yanı sıra Kurtuluş Savaşı’nın kurucu sınıflar ittifakına verilen teminattı da. Ermenilerden sonra Rumların da ülkeden sürüleceği ve boşalan imtiyazlı ticaret alanlar için Müslüman tüccar, toprak ağası ve eşrafa yer açılacağı ilan ediliyor, bu yapılırken yabancı ülkelere sizinle ilişkiyi kesmeyeceğiz, ‘merak etmeyin’ güvencesi veriliyordu.
İttihat ve Terakki döneminde başlayan yeni Türk sermayedarları yaratma projesine kuruluş sürecinde hız verildi. Ankara’nın verdiği imtiyazlarla gelişen bu yeni sermayedar kesiminin siyasetteki en önemli temsilcisi hiç kuşkusuz Atatürk’ün koyduğu sermayeyle kurulan İş Bankası’nın başında bulunan Celal Bayar’dı.

Cumhuriyetin kapanmayan yarası: Yolsuzluk
İlginç olan odur ki, ülkemizin bitmeyen ‘yolsuzluk’ sorunu ile ilgili ilk sert tartışmalar Mustafa Kemal’in gözdesi de olan Celal Bayar ve İş Bankası çevresinde gelişti. Falih Rıfkı Atay kısa sürede Ankara’da bankanın Fransızca isminden esinlenerek ‘Affarires’ (çıkarcılar) ismi takılan bu grup için oldukça sert konuşuyor: “İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizim salgının başlangıcı olmuştur.”
Sadece üç buçuk ay süren Serbest Fırka deneyimi esnasında da ‘çıkarcılar’ eleştirilerin hedefi oldu. ABD’nin ilk Türkiye Büyükelçisi C. Grew de dönemin vekilleri için pek iyi konuşmuyor: İhalelerin verilip verilmemesi, hükümetin iş önerilerini kabul edip etmemesi ilgili tarafların tarafların ödediği rüşvetlere göre belirleniyordu.
İsmet İnönü ve bürokrasinin büyük tepki gösterdiği ve engellemeye çalıştığı bu ‘çıkarcılar’ çevresini siyasi iradeden ziyade 1929 ekonomik krizi durdurdu. Hükümet ‘zengin yaratma’ politikalarının yetersizliğini kabul etti ve devletçiliği temel alan yeni bir sermaye biriktirme sürecine girildi.
İsmet İnönü-Celal Bayar çatışmasını devletçilik karşısında kaygı duyan uluslararası bağlantılı, yeni palazlanan sermayedarların bir tepkisi olarak da algılayabiliriz; Bayar’ın 1932’de İktisat Bakanlığı’na getirilmesi. Aslında Mustafa Kemal’in ABD-Fransa ve İngiltere’ye biz ‘Devletçiliği’ faşist rejimlerde olduğu gibi temel sermaye birikim rejimi olarak değil sadece yeni sermayedar yaratmak için araç olarak değerlendiriyoruz mesajıdır.
Mustafa Kemal’in Liberal eğilimine rağmen İsmet İnönü ve bürokrasinin zaten İttihat ve Terakki’nin damarlarında akan korporatist eğilimlerin Avrupa’daki yükselişinden çok etkilendiği açıktır.

Mustafa Kemal hep sermayenin yanında
Kitabı okurken dikkatinizi mutlaka çekecek bir nokta ise Mustafa Kemal’in sonradan Demokrat Parti’yi oluşturacak çevrelere ve fikirlere yakınlığı olacaktır mutlaka. Liberalizme, ‘zengin yaratarak zenginleşebilineceğine’ gönülden bağlı, neredeyse her çatışmada sermaye kesiminin temsilcilerini koruyan bir Mustafa Kemal portresi çiziliyor. Sonradan CHP ve Ulusalcılar tarafından benimsenen Atatürk portresini arayanların bu üçlü arasındaki tartışmalarda kendilerini daha çok İsmet İnönü’ye yakın bulacaklarını rahatlıkla söyleyebilirim. İnsana neredeyse Mustafa Kemal biraz daha yaşasa DP’li olacakmış dedirten şey yazarın dönemin siyasal tartışmalarını biraz es geçmesinden kaynaklanıyor sanırım.
İlk Meclis’te ‘İkinci grup’la, daha sonra ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla kristalize olan muhalefetin en belirgin özelliklerinden birisi Jön Türkler’den beri devam eden Liberal akımın temel çıkarımlarını açık bir şekilde yansıtmasıydı; Adem-i merkeziyetçilik, güçler ayrımı, devrimci değişim yerine evrimci değişim, dış borçlanmadan yana bir iktisat politikası açıkça savunuluyordu.
1925’teki Şeyh Sait ayaklanması sonrasında çıkarılan Takrir i Sükun Kanunu’na dayanılarak önce muhalefet gazetelerinin ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasıyla sermaye kesimlerinin de dahil olduğu pek çok çevrenin temsil ihtiyacı ortaya çıktı. Mustafa Kemal gibi devletçi bir jakobenin liberalizme kayması biraz da bu boşluğu dengeleme ihtiyacından kaynaklanıyordu. Bir de, İzmir suikastını organize etmekle suçlanan ve intihar eden İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden Kara Kemal’in Türk sermayedar yaratma çabalarına değinilmeden Celal Bayar’ın ve Mustafa Kemal’in girişimlerine geçmek bana pek doğru gelmedi.
Son olarak, dönemin uluslar arası gelişmeleri de biraz es geçilmiş gibi. 1930’larda Avrupa’da yükselen faşist hareket üzerinde durulmadan cumhuriyet kadrolarının ortaya koyduğu ‘devletçilik’ fikrinin de ‘Türk milleti imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitledir’ sözünün de anlaşılması güç gözüküyor. Bu olmayınca elbette ‘Devletçiliğin’ Atatürk’ün müthiş fikri olduğuna dair resmi tezlerin gölgesinden kurtulmak mümkün olmuyor.
Velhasıl Şafak Altun’un kitabı bir takım zaaflarına rağmen Cumhuriyetin kuruluş yıllarını eşelemek isteyen meraklılar için iyi bir derleme olabilir, iyi okumalar.