Şafak Altun
Gazeteci-yazar Şafak Altun'un şimdiye kadar yayınlanmış kitap ve makaleleri hakkında kısa bilgiler bulabilir, kendisiyle irtibata geçebilirsiniz. safakaltun3@gmail.com
29 Nisan 2019 Pazartesi
24 Nisan 2019 Çarşamba
27 Aralık 2017 Çarşamba
12 Mayıs 2017 Cuma
14 Şubat 2017 Salı
Bizi Nasıl İkna Ediyorlar?
Çoğumuz, kararlarımızı kendi özgür irademizle aldığımızı düşünürüz. Fakat eldeki veriler, durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Çünkü insanların fazlasıyla dış etkilere açık bir yapısı vardır. Kararlarımızı alırken farkında olmadan “bazı şeylerin” etkisi altına gireriz. Kötü haber ise, burada yapılan tespitleri “İşbilen/ kurnaz” arkadaşların da okuyacak oluşudur. Yani onlar, bu tespitler üzerinden sizin iradenizi yönlendirmeye çalışacaklardır.
Kalabalık İnsanlar Üzerinde Etkilidir!
Bazı özel durumlarda “Sosyal kanıt ilkesi” devreye girer ve içimizdeki ses “kalabalığı takip et, kalabalığı takip et” der usulca bize. Bu ilke, bir şeyden emin olmadığımız zamanlarda başkalarının ne yaptığına bakıp bizim de o şekilde davranmamızı gerektirir. Yemek yemek için, sinek avlayan restoran yerine kalabalık olanı tercih etmişseniz, bir siyasi partinin adayına sırf güzel gülümsediği için oy verdiyseniz, siz de bu durumdasınız demektir. Bir şey satın alacağınız zaman sosyal medyadaki arkadaşlarınızın yazdıklarına bakmamızın temelinde de bu ilke devreye girer. Pazarlamacıların da başvurduğu yöntemlerden biri de sattıkları ürüne olan talebin çok yüksek olduğunu ve müşterilerin bu ürünü kapış kapış satın aldıkları yanılsaması yaratırlar. Uzmanlar, kararlarımızın başkalarının davranışlarından da etkilendiğini belirtiyor. Yani başkalarının bir ürünü satın aldığını görüp bizler de aynı şeye yönelebiliyoruz.
Elde Etmesi Zor Olan Şey, Her Zaman Daha Değerlidir!
Mark Twain’in Tom Sawyer için dediği gibi, Tom,
insan davranışının önemli kuralını keşfetmişti. Birinin bir şeyi çok istemesini
sağlamak istiyorsan tek yapmam gereken şey, o şeyin elde edilmesini
zorlaştırmaktır. 1970’li yıllarda Tahiti’de çıkan siyah incilerin piyasası
yoktu. İtalyan elmas tüccarı James Assael girişimiyle Fifth Avenue’deki
mağazanın vitrinine fahiş fiyatlar konularak satışa çıktı ve dergilere tam
sayfa ilanlar verildi. Assael değeri belirsiz bir şeyi almış onu şaşılacak
derecede seçkin hale getirmişti.
Yeni Bir Ürünün Fiyatı Tamamen Spekülasyona
Dayalıdır
Bir şeyin ucuz ya da
pahalı olmasını belirleyen şey “çapa etkisi”dir. Bu durum genel olarak insanı
etkileyen bir zaaf olarak kabul edilir çünkü, etkileşime girdiğimiz veya
öğrendiğimiz bir sayı pazarlık yaparken ve gelecekteki kararlarımızı verirken
bizi etkileyecektir. Davranışsal iktisatın öncülerinden psikolog Daniel
Kahneman’a göre zihnimiz, açılış rakamına çapa atıyor ve pazarlık bu çapanın
çevresinde devam ediyor.
“İlk veriye saplanma durumu sadece pazarlıklarda
karşımıza çıkmıyor. Mesela, size “Gandhi öldüğünde 114 yaşından fazla mıydı?”
diye sorup, umuyorum ki, hayır cevabını aldığımda, daha sonra Gandhi’nin kaç
yaşında öldüğünü sorsam, vereceğiniz cevap 114 yerine 35 yaş ile sorduğum zaman
alacağım cevaptan daha yüksek olacaktır.”
Olumsuz Bir Sunmanın Farklı Bir Çok Yolu Vardır: Psikolojide, bir bilginin sunum şekline bağlı olarak
insanlarda algılama ve karar verme süreçleri de değişir. Aynı bilginin iki
farklı şekilde dile getirilmesi insanların seçimlerini büyük bir şekilde etkilediği
bilinir. Faydamıza olan seçenekleri, kaybımıza olan seçeneklere tercih ederiz. Diyet
yapanlar üzerinde “% 10 şeker var” yazan ürünlerin yerine “% 90 şeker içermez” uyarısında
bulunan ürünleri tercih eder ve bu tercihten dolayı da içleri rahattır. “% 90
şeker içermeyen” light ürünlerini afiyetle yerler. Aslında iki durumda da şeker oranı % 10'dur ve değişen bir şey yoktur fakat % 10 şeker olduğu
gerçeği bize itici gelir, bunu duymak istemeyiz. Ya da diyelim ki doktorunuz
size bir ameliyat önerdi ve şöyle dedi: “Bu ameliyatı geçiren 100 kişiden 90’ı
5 yıldan sonra hâlâ hayatta”. Bu ameliyatı ister misiniz? Ya da doktorunuz “Bu
ameliyatı geçiren 100 kişiden 10’u 5 yıldan sonra öldü” deseydi ne yapardınız?
Ne Kadar Çok Görülürsen, Daha Çok Tercih Edilirsin!
Ne kadar çok görürsek o
kadar çok severiz. Bu etki, düzenli olarak gördüğümüz kişilerle arkadaşlıklar
veya romantik ilişkiler oluşturma eğilimi içinde olmamızı da anlatıyor.
Reklamcılık, her ne kadar bu alandaki tablo daha az net olsa da, salt maruz
kalma etkisinin çok önemli bir rol oynadığı başka bir alandır. Araştırmalar bir
markaya veya şirket ismine tekrar tekrar maruz kalmanın satışları yükselttiğini
ama bu varsayımın aşırı derecede basitleştirilmiş olduğunu ve maruz kalma
sıklığının diğer olası etkilerini dikkate almadığını göstermektedir. Bu etki
aynı zamanda “aşinalık etkisi” olarak da bilinir
Tekrarlanan Yalan Gerçeğe Dönüşür! Nazi Propaganda Bakanı Jospeh Goebbels'e atfedilen
ve propagandanın temel kuralı olarak bilinen bir söz vardır: “Tekrarlanan yalan gerçeğe dönüşür".
Doğru olup olmaması o kadar önemli değildir. Bir yalan sürekli tekrar edilirse
o yalanı duyanlar bir süre sonra gerçek olmayan o yalan / söze inanmaya başlarlar.
Psikologlar bu durumu "gerçek yanılsaması etkisi” olarak tanımlıyor. Beyazperdeden bunun en iyi örneği Underground filmidir.Unutmayın
ki bugün, ciddi bir cehalet döneminde
yaşıyoruz ve bilginin ‘erişilebilir’ olması o bilginin doğru olduğu anlamına
gelmiyor. Bu amaçtan yola çıkan kimi lider, kişi ve şirketler menfaatleri
gereği yanlış bilgiyi özellikle yayabilirler. İnternet ve popüler kültür
eşliğinde her türlü dezenformatif bilgi yayılır. Buradaki asıl amaç, zihinleri
allak bullak ederek, konu hakkında şüpheli ortamlar yaratmaktır. Böylece bu
“dengeleme” yoluyla bu amaca yürüyen şirketler ya da kurumlar tarafından
tartışılan konu hakkında iki farklı görüş olduğu, ‘uzmanların hemfikir
olmadığı’ algısı yaratılıyor, gerçeğin yanlış bir şekilde resmedilmesine, yani
bilgisizliğe neden olunuyor.
Zorunluluk Hissi
Yaratmak Onları Borçlandır!
Araştırmalar insanların başka birinden bir
yardım gördüklerinde bir şekilde bunun karşılığını vermek istediklerini
gösteriyor. Sosyal bilimciler bunu “karşılıklılık kuralı” olarak adlandırıyor.
Bu güçlü bir duygudur. 2006’daki bir araştırmada Profesör Burger ve ekibi,
insanların kendilerine yapılan bir yardımın karşılığını verdikten sonra bile
kısa süreliğine ikinci bir talebe bile cevap verebildiklerini ortaya koydu.
İşte pazarlamacılar bu eğilimleri biliyor ve kendi avantajlarına kullanıyor.
Bir ürünle ilgili uzun uzun bilgi veriyor, ekstra çabalara girişiyor. İnsanlar
bir şeyi bedava aldıklarında ya da birinin zamanını aldıklarında kendilerini
kötü hissedip bunların karşılığını vermek istiyor. Yani bir şeyi satın alma
zorunluluğu yaratılmış oluyor.
20 Aralık 2016 Salı
Neden Mutlu Olamıyoruz?
Mutluluğu büyük ölçüde zenginlik, sağlık, pahalı yiyecekler ve hayata dair
deneyimler gibi fiziksel koşuların yarattığı bir sonuç olarak gördük. Fakat
gelin görün ki, mutlu olmak için para, statü, şan ve şöhrete ihtiyaç yok. Mutluluk
aslında bir insanın hayatını değerli görüp görmediğiyle ilgili bir şeydir.
Algılarımız görecelidir. Kendimizi bizimle aynı durumdaki insanlarla
karşılaştırır ve buna göre tavrımızı ve kararlarımız belirleriz. Daima
meslekleri mesleklerle; tatilleri tatillerle; insanları insanlarla
karşılaştırırız. Buradan kıskançlık, çekememezlik ve maraza doğar. 20. Yüzyıl hicivcisi
H.L. Mencken’in de dediği gibi “Bir erkeğin maaşından duyduğu tatmin,
bacanağından daha fazla kazanıp kazanamadığına bağlıdır”.
Karşılaştırma
eğilimliyizdir. Eğer çoğu insanın mutsuz olduğu bir yerde bunalımdaysak
kendinizi etrafınızdakilerle karşılaştırır ve aslında kendimizi o kadar da kötü
hissetmeyiz. Oysa herkesin yüzünde kocaman bir gülümsemenin olduğu bir ülkede
bunalımdaysak hayatımızın ne kadar zor olabileceğini tahmin etmek hiç de zor
değildir.
Ekonomik piramidin en altındaki bir insan için tabii ki daha fazla para
demek, daha fazla mutluluk demektir. Öte yandan zaten ekonomik durumu iyi olan
üst düzey bir yönetici için daha fazla para demek, onun mutluluk algısında uzun
dönemde çok fazla bir değişim yaratmayacaktır. Peki mutlu olmak için gerçekten
de hiç paraya ihtiyaç yok mu? Nobelli ekonomist Angus Deaton ve çalışma
arkadaşı Daniel Kahneman'ın araştırmalarına göre, mutlu olmak için ayda
yaklaşık 18 bin TL kazanmak gerekiyor. Yılda 75 bin dolardan (yaklaşık 219 bin
TL) fazla kazanmak insanların mutluluk oranlarını artırmıyor. Deaton ve
Kahneman "Daha çok para daha çok mutluluk vermiyor ama az para acı
verebiliyor" diyor
Mutluluk İçimizde Başlar
Filozoflar, din adamları, psikologlar ve iktisatçılar binlerce yıldır
mutluluğun ne olduğunu anlamaya çalıştılar. En az fiziksel koşullar kadar,
toplumsal, ahlaki ve ruhani etkenlerin de mutluluk üzerinde etkisinin olduğu
sonucuna vardılar.
Bugün ayrıca mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde saklı olduğunu
biliyoruz. Mutluluk, vücut kimyasında bulunan serotonin, dopamin ve oksitosin
gibi çeşitli biyokimyasal maddeler tarafından yönlendirilir. Peki, her bir şeyi
bir kenara bırakıp biyokimya sistemimizi manipüle etsek ne olur? İnsanları bu
yolla sonsuza kadar mutlu olmasını sağlayamaz mıyız? Sağlarız. Evet,
unutulmaması gerekir ki Prozac, belki rejimleri değiştirmiyor ama insanların
serotonin seviyelerini yükselterek insanları depresyondan çıkarmada başarılı olabiliyor.
Acaba bazı özel ilaçlarla bu işin sürdürülebilirliğini devam ettirmek n derece
sağlıklı?
Unutmayın ki
her sorunun çözümü beynimizde mevcut. Sorunları çözmenin kendi içimizde
başladığını nedense unutuyoruz ve bir sihirli dokunuş bekliyoruz. Çözümü kendimizde
ve hayata bakış açımızda aramayıp Dorothy ve arkadaşlarının “Oz Büyücüsü”ne giderek
bize büyülü, kolay, basit ve hızlı bir mutluluk formülü üretmesini bekliyoruz.
Uzun lafın kısası. Mutluluk aslında bir insanın hayatını değerli görüp görmediğiyle ilgili bir şeydir. Nietzsche’nin söylediği gibi, şayet yaşamak için bir sebebiniz varsa her şeyle baş edebilirsiniz. Anlamlı bir hayat türlü zorluklar içinde geçse de insanlar buna rağmen son derece mutlu olabilir. Bunun karşısında anlamsız bir hayat da ne kadar rahat ve konforlu olursa olsun çekilmez bir hal alabilir.
Ha aklıma gelmişken söyleyeyim. Geçenlerde Meksika Körfezi’ne gittim.
Balıkçı kendine büyük bir tekne almamış ve hala balık tutmaya devam ediyor.
13 Aralık 2016 Salı
“Ne Olmasa Olur?” Yasası
Çığır açan pek çok düşüncenin bir kısmı hâlihazırdaki bir ürün ya da hizmetin bazı özelliklerini yürürlükten kaldırmakla mümkündür. Walkman, Southwest Airlines ve iPhone gibi bu birbirine benzemez markaların ortak tek bir noktası “Ne olmasa olur?” yasasının bizatihi sonucudur.
Bir İnovatör yenilikçi fikirleri ararken
olmadık yerlerden beslenebilir. İnovasyonun doğası gereği bazen iki farklı
disiplini bir araya getirir bazen de sorunları bir fırsat olarak görerek bu
durumdan yeni fikirler üretmeye çalışır. Bazen işi daha kolaydır. Bu işe gönül
vermiş bir inovatörün yapması gereken tek şey, kendisine ya da mesai
arkadaşlarına “ne olmasa olur?” şeklinde bir soru sormaktır. Yani zaten varolan
ve kullanılmakta olan bir ürün ya da hizmetin kimi özelliklerinin kullanılmamasından
büyük bir dönüşüm yaratan iş fikri çıkabilir mi? Başarılı olmuş bütün
işlerin arkasında, basitleştirme anlayışı yatar ve burada temel kural ürünün
anlamını koruyup, gereksiz olanı çıkarmaktır.
İşte
karşınızda dünyada büyük dönüşüm yaratan “olmasa olur” örnekleri...
Hoparlörler varken, kim kulaklıkla müzik dinlemek ister? (Walkman)
1963 yılında, Philips Electronics “kasetçalar” adı
verilen yeni bir ses kayıt cihazı tasarlamıştı. Çok geçmeden şirketler dünya
genelinde portatif kayıt cihazları ve büyük boyutlu müzik setleri tasarlayarak
karlı bir işe giriştiler. O zamanlar portatif müzik
çalarlar omuzda taşınarak genellikle yüksek sesle dinlenirdi. Walkman bu sorunu
ortadan kaldırdı. Aslında Walkman başlarda Sony için başarısız bir proje olarak
rafa kaldırılmıştı. Fakat şirket sahiplerinden Masaru Ibuka’nın farklı bakış
açısı dünyaca ünlü Walkman’in doğuşuna zemin hazırladı. Mühendisler bu yaşlı
adamın keçileri kaçırdığını düşünüyordu. Kaydedemeyen bir kayıt cihazı yapmanın
ne mantığı olabilirdi ki? Hoparlör varken, kim kulaklıkla müzik dinlemek
isteyebilirdi ki? Sony, hoparlörlerden ve kayıt
fonksiyonundan vazgeçerek, tüketicilerin yanlarında taşıyabilecekleri
kasetçalar yapabileceğini düşünmüştü. Gerçekten de Walkman sayesinde,
artık sadece oturarak değil, yürürken ve koşarken de müzik dinlenebiliyordu.
Sony, Walkman ile müziği ayağa kaldırmıştı.
Mini
Bilgisayar Üretilemez mi? (Mini bilgisayar)
Büyük şirketlerin ana
bilgisayar işinde IBM’den küçük bir parça koparabilmek için var güçleriyle
saldırıya geçtiği yıllarda, inovatif faaliyetleriyle öne çıkan küçücük bir
şirket, bilgisayar pazarlama alanında başarılı bir işe imza attı. Bu firmanın
adı Digital Equipment Corporation (DEC)’di. IBM büyük bilgisayar yaparken DEC
küçük bilgisayarlara yönelmişti. Büyüklük egosu, IBM’nin doğru karar vermesine
engel olmuştu. DEC’in mini bilgisayarları ciddi bir talep patlaması yarattı,
kârlılığı 4 milyar dolar seviyesine ulaştı. Gerçi DEC, bir süre sonra
kapitalizm Ölü Markalar Derneği’ne üye oldu. O da ayrı bir yazı konusu.
Fiziksel
Klavye Kalksa ne olur? (Iphone)
BlackBerry şirketinin
ilk hali Research in Motion'ın kurucusu Mike Lazaridis, 2008’de ne maksatla
olduğu bilinmez dokunmatik ekran telefon üretimine karşı çıkmıştı. Dolayısıyla
bu fırtınayı Apple'ın başlatmasına zemin hazırladı. Vakti zamanında BlackBerry kapış kapış satılan bir üründü, ta ki
Apple’ın aklına “fiziksel klavyeyi ortadan kaldırsak ne olur?” sorusu gelene
kadar.
Havayolu Taşımacılığı Ucuz Olmaz mı? (Southwest
Airlines)
Southwest,
ABD’nin ucuza ve çok sayıda seferle uçan havayolu şirketi. Southwest,
birinci sınıf kategorisini ortadan kaldırarak tamamen ekonomik sınıfa odaklandı
ve birinci sınıf kabini yürürlükten kaldırarak Amerika’nın en büyük havayolu
şirketi oldu. Operasyonlarının ikinci yılında, Southwest kârlılık göstermeye
başladı. Dört büyük iç hat şirketi (American, Delta, United ve US Airways) 41
yılda iflasa sürüklenirken, Southwest’in bu zaman zarfında zarar açıkladığı tek
bir yıl bile olmadı.
Tezgahtardan kurtul, Self Servis Alışveriş
Yap (Süpermarket)
Michael
J. Cullen, tezgâhtarlık yaparken kariyerinde bir yükseliş yaşayarak çalıştığı
şirkette genel satış yöneticiliğine getirilmiş bir kişiydi. Yeni bir market
modeline dair kafasında bir düşünce vardı, bu yüzden de genel müdürüne bir
mektup yazarak sektörü dönüştürecek bu fikrini detaylıca anlatmıştı. 1930
yılında mektubunun yanıtsız kalması üzerine işi bıraktı, Long Island’a taşındı,
boş bir garaj kiraladı ve Amerika’nın ilk süpermarketi olan King Kullen’i
Queens’te açtı. Şunu düşünüyordu: Tezgâhtarlardan kurtul ve tüketicilerin
istedikleri ürünleri raflardan kendilerinin alacağı bir ortam yarat.
Bagajı Olmayan Otomobil Olmaz mı?
(Mini)
1957
yılında, British Motor Corporation Başkanı Leonard Lord, tüketiciler için
güvenilir ve fonksiyonel olacak küçük arabalar geliştirmeye karar verdi. Lord,
tasarımcı Alec Issigonis’e 3 metre uzunluğunda, 1,5 metre genişliğinde ve 1,5
metre yüksekliğinde bir kutuya sığabilecek bir araba yaratma görevi verdi.
Mini’nin süregelen başarısının ardında tek bir basit öngörü var. Bagajın
kaldırılması. Bu sade fikir sayesinde, çok daha geniş araçların sahip olduğu iç
hacim küçük bir arabada mümkün olabildi.
2 Aralık 2016 Cuma
TEDAVİ EDİLEBİLİR 9 CEO HASTALIĞI
CEO’lar da bizim gibi etten ve kemikten oluşmuyor mu? Onlar da yeri gelip hastalanıp, kendilerini kötü hissetmiyorlar mı? Bunun yanı sıra tıbbi hastalıkların dışında bir de sosyo-psikolojik rahatsızlıklarla karşı karşıya kalıyorlar, bu durum onların şirketleriyle ilgili kararlarına ve davranışlarına da yansıyor. İşte karşınızda CEO’ların iş yapış şeklini etkileyen “business rahatsızlıkları” ve tedavi yöntemleri...
Amork Koşucusu CEO’lar
İnsan psikolojisine en hâkim yazarlardan biri olan Stefan Zweig, 1922’de yazdığı “Amok Koşucusu”nda Zweig, kendi yıkımına ve ölümüne son hızla koşan bir doktorun hikayesini anlatır. “Amok Koşucusu” ile insanların sonu ölümle biteceği bilindiği halde girişilen ve engellenemeyen hezeyanına dikkat çeker. Bu kavram, bugün dünyanın her yerinde benzer cinnet olaylarında faili tanımlamak için kullanır. Bir Amok, sadece kendince belirlediği bir amaç uğruna en sonunda kendi ölümüne koşar. Bugünkü anlamıyla “Amok Koşucusu”, sonuna kadar savaşıp ya da saldırıp sonunda ölmek demektir. Günümüzün şirketleri ya da bazı üst düzey yöneticileri de “Amok Koşucusu”na dönüşmüş durumda. Ona saldırıyorlar, buna saldırıyorlar sonunda ne yapacaklarını bilemeyip farkında olmadan kendi felaketlerini kendi elleriyle hazırlıyorlar. Çünkü aklımızı “hız” kavramıyla bozmuş durumdayız.
Aşil Sendromu
Bazı karizmatik liderler, kendilerinden son derece emin “mükemmel bir lider" havası yaratırlar. Görüntü böyledir ancak bu büyük gücün bile ciddi zayıflıkları olabilir. Psikolojide “sözde yetkinlik sendromu” olarak da bilinen bu sendroma yakalanmış olabilirler. Unutulmaması gerekir ki, her CEO’nun bir zayıf noktası vardır. Aşil Sendromu’nun tanımı için, mitolojideki ölümsüz görünen ve her savaşı kazanan, ancak gizli ve ölümcül bir hassasiyete sahip bir kahraman olan Aşil imgesinden yararlanılmıştır. Aşil, savaşta yenilmezdi. Truvalılarla yapılan destansı savaşta Yunanlıları zafere götürmüştü. Ne var ki, onun bu gücünde ölümcül bir kusur vardı. Daha bebekken annesi onu “yenilmez olsun” diye sihirli Styx nehrine daldırıp çıkarmıştı. Annesi onu nehre daldırırken topuğundan tutmak zorundaydı. Böylece topukta saldırıya açık hayati bir nokta kalmıştı. Aşil çok sonra Truva Savaşı’nda bir okla topuğundan vurulduktan sonra ölecekti.
Başarının Dilemması
Beynimiz, kendini devamlı olarak yeniden yapılandıran karmaşık bir sinir ağına sahiptir. Sinir ağları her doğru karar alınışında, bunlara ait sinirsel yollar güçlenir, daha da pekişir. Bir sinir ağı için egzersiz mükemmelleşme demektir. Şirketler de insan beyni gibi geçmişi hatırladıkça onu tekrar etme eğilimi içindedir. Eskimiş yöntemlere ve teknolojileri kullanma konusunda ısrarcı davranır. Çünkü bu işte ustalaşmışlardır. Günün sonunda başarılı şirketlerin, eskimiş teknolojilerden düzen bozucu yeniliklere geçiş yapamayan “başarı tuzakları” tarafından nasıl dağılma süreçlerine girdiklerine tanıklık ederiz. CEO’ları bu tip tuzaklardan korunmanın en iyi yolu, yeni bir şirket ya da yeni bir işletme birimi açmaktır. General Motors’un ilk Saturn fabrikasının Tennessee’deki Springhill kasabasında, Detroit’teki genel merkezinden bin 600 kilometre uzaklıkta kurulmasının nedenlerinden biri de buydu.
İkarus Paradoksu
Yunan mitolojisine göre Giritli mimar olan Daidalos ve oğlu İkarus, Kral Minos’un emriyle bir labirente kapattırılmıştı. Daidalos kendisi ve oğlu için oradan kaçmaya yarayacak kuş tüyü ve balmumundan kanatlar yapar. Daidalos kanatları takıp uçarak kaçmadan önce oğlu İkarus’a “Güneşe fazla yaklaşma yoksa kanatlarındaki balmumu erir” der. İkarus, babasının ardından kanatlarını takarak uçmaya başlar ve labirentten çıkar. Ancak uzun süre hapis kalan İkarus uçmanın ve gökyüzünde yükselmenin verdiği tada doyamaz. Uçtukça kendisine olan güveni daha da artar ve babasının verdiği öğütleri bir anda unutur. Güneşe doğru yükselir, sıcaklığın etkisiyle kanatlarındaki balmumunu erir, denize düşer ve hayatını kaybeder. Hikayeden de anladığınız gibi şirketler, belirli bir başarıya ulaştıktan sonra bu başarının verdiği aşırı güvenle gelişmeleri takip etmemeye, rakip şirketleri küçük görmeye ve stratejik olarak hatalı kararlar almaya başlarlar. Sorunları kabul etmezler, bilgiyi paylaşmazlar, ders çıkarmazlar ve sonunda da analiz yeteneklerini yitirirler. Beklenen son onları hızla çöküşe götürür.
Adanmışlığın Tırmanışı
CEO’lar, bazen hayatla yok pahasına mücadeleye girişir. Siz hiç kumarhanelerde kaybedenleri izleyebilme imkanına sahip oldunuz mu? Kumarhanelerde oyuncular sık sık klasik bir açmazla karşı karşıya kalırlar. Kaybettikçe kazanacaklarını düşünürler, bir sonraki oyun için “Bu kez kazanacağım” duygusu hep ağır basar. Bu duygu kendisini iş dünyasında da gösterir. Buna “Adanmışlığın tırmanışı” denir. Lider doğru bulduğu bir stratejiye, başarısızlığa düşmesine rağmen, başaracağına inanır ve bir türlü vazgeçmeyi bilemez.
Strateji Yanılgısı
İş koşturmacası sürerken kimsenin aklına hedef, strateji, taktik üretmek gelmez. Fakat gelin görün ki, birçok lider kendine has bir stratejiye sahip olmadığı için kaybeder. Çoğu yönetici herkesin yaptığını yaparsa sorun çıkmayacağını düşünür. Heyhat, dünya korkunç bir hızla değişirken bu stratejiyle bir yere varmak mümkün müdür? Bugüne kadar başarılı olmuş işlerin ya da işleyiş tarzının yarın da başarılı olacağına kimse garanti veremez. Örneğin Apple. Başarıya ulaşmış, Apple stratejileri ve efsaneleri her şirketi ve CEO’yu başarıya ulaştıramaz. Çünkü strateji ne Apple’dan ne de bir başkasından öğrenilir. Siz de kabul edersiniz ki, yeri geldi Apple, farklı düşünen markalar tarafından zaman zaman alt edildi.
Rakibini Küçümsemek
Hikaye 3 bin yıl önce eski Filistin Krallığı’nda geçiyor. Aslında Davut ile Golyat arasındaki mücadele bir güçlü-güçsüz hikayesidir. La Fontaine'in Tavşan ve Kaplumbağa hikayesine ilham olmuş bir kurguya sahiptir. Bir çobanla devasa bir savaşçının karşı karşıya geldiği kimin kazanacağının işin başından belli olduğu bir mücadeledir. Ancak beklenenin tersi gerçekleşir ve genç çoban dev savaşçıyı yere indirir. Olay insanlık tarihine bu bir mucize olarak geçer. Hikayeden çıkarılan ders nettir: Bazen çok güçlü görünenler göründükleri kadar güçlü olmayabilir. Her zaman karşılarına cebinde sapan olan bir çoban çıkabilir.
Ürün Takıntısı İçinde Olmak
Bazı liderler vardır ki, hiç durmadan yeni ürün çıkarmayı ya da o ürünün yeni versiyonlarını piyasaya sürmeyi marifet sayar. Oysaki bu her zaman akla yatkın bir yöntem değildir. Aslolan iş modeli üzerinden değer yaratmaktır. “Ürün Takıntısı” Yönetim gurusu Peter Fisk yanlışı doğuran beş iş modelinden birisidir. Sony de bu tuzağa düşen ve yanlış yapan şirketlerden biridir. Sony eskiden teknolojinin en yenilikçi şirketiydi ve hep teknolojik yeniliğe odaklanmıştı. Apple ise teknolojiyi insanlaştırmıştı. Sony gibi şirketler ürün ve teknoloji düşünürken müşterilerini ve onların davranışlarını anlamadıkları için şirketleri yanlış yatırımlara sürüklüyor.
“Concorde Yanılgısı”
İngiltere Başbakanı Winston Churchill, “Asla, asla sakın pes etmeyin” sözleri sadece onu dinleyen gençleri değil, sonraki yıllar yılı milyonlarca insan üzerinde önemli bir etki bırakmasını bildi.
Egemenler ve mevcut düzenden yana olanlar, Galileo’nun dünyanın şekli hakkındaki dine aykırı bulgularını, Wright Kardeşler’in uçağını, Xerox’un ilk kopya makinesini, ilk TV’yi, ilk micro işlemciyi, faks makinesini ve Post-it Not fikrini de reddetmişlerdi. Fakat bazen de vazgeçmesini bilmek gerekir. “Vaçgeçmezsem mutlaka başarıya ulaşacağım” şeklinde düşünmek ve akıntıya kürek çekmek doğru değildir. Bu vazgeçememe haline ne mi denir? Biyolog Richard Dawkins, süpersonik Concorde uçağından esinlenerek bu duruma “Concorde Yanılgısı” adını verdi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)