4 Haziran 2025 Çarşamba

Kendini Gerçekleştirme Efsanesi / Maslow İhtiyaçlar Teorisi Yanlış mı?

Kendini Gerçekleştirme Efsanesi

BİR İNSAN OLABİLECEĞİNİN EN ÜSTÜ OLABİLİR Mİ? 



Aç kal, aptal kal

Steve Jobs (2005)


Yıllardır bir teori, insan deneyimini ve insan davranışını anlamak için doğru veya yararlı bir modelmiş gibi referans noktası olmaya devam ediyor. 

“Maslow Teorisi” veya “Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi”, Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanmış bir çalışmada ortaya atılmış ve sonrasında geliştirilmiş bir insan psikolojisi teorisidir. Maslow, insanların hayatta kalmak için önce yiyeceğe, barınağa ve sıcaklığa ihtiyacı olduğunu söyler.

İhtiyaçlar, aşağıdan yukarıya doğru sıralanır:

Psikolojik ihtiyaçlar: Yiyecek ve su, barınak, uyku, seks

Güvenlik ihtiyaçları: Güvenlik, emniyet, istikrar. Sağlık ve duygusal ve finansal güvenlik.

Aidiyet ve sevgi ihtiyaçları: Yakın ilişkiler, aile, arkadaşlar

Saygı ihtiyaçları: Prestij, başarı duyguları, ustalık, yetkinlik

Kendini gerçekleştirme: Yaratıcı faaliyetler de dahil olmak üzere kişinin tam potansiyeline ulaşması

Maslow’un "kendi kendini gerçekleştirme” açılımına göre; "Bir insan, olabileceğinin en üstü olmalıdır."

20. yüzyıl yönetiminde, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi, çalışanların psikolojik ihtiyaçlarını karşılama olasılığının düşük olduğunu belirtmede bir dereceye kadar yardımcı oldu. Ancak bu ihtiyaçları karşılamak için gerçekçi olmayan bir yol sunuyordu: Kendini gerçekleştirmeye doğru ihtiyaçlar hiyerarşisinde yükselmek. Gerçek şu ki, herkes kendini gerçekleştiren bir sanatçı veya lider olmak istemez, buna ihtiyaç duymaz veya olamaz.

Tüm temel ve psikolojik ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra, bu seviyedeki ihtiyaçlarımızı gerçekleştirebiliriz. Resme ilgimiz varsa ressam olabilir, bir şeyler yaratmakta iyiysek mühendis olabiliriz. Sadece kariyer olarak da düşünmeyin. İyi bir ebeveyn olabiliriz, iyi bir eş olabiliriz. Kendimize yeni hedefler koyup, onların peşinden gidebiliriz. Olabileceğimizin en iyisi neyse, o olmaya çalışabiliriz. Bu ihtiyaç hiyerarşinin en üst basamağında yer almaktadır. Her bireyin kendine ait yetenekleri ve karakteri vardır. Birey bu kendine ait özelliklerini geliştirme ve kanıtlama ihtiyacı hissetmektedir. Fakat, bu ihtiyacın karşılanabilmesi için, diğer alt basamaklardaki ihtiyaçların yeterince karşılanmış olması gerekmektedir. Aksi takdirde bireyin kendini gerçekleştirmesi çok mümkün değildir.

Ancak, UCLA (University of California, Los Angeles) profesörü ve sosyal sinirbilim araştırmacısı Matthew Lieberman, Maslow'un insan ihtiyaçlarını yanlış anladığını savunur. Yiyecek, barınak ve sıcaklık insani ihtiyaçlarımızın temeli değildir. Lieberman, ‘Social: Why Our Brains Are Connect To Connect’ adlı kitabında, sosyal bağlantı ihtiyacımızın yiyecek ve barınma ihtiyacımızdan bile daha temel olduğunu savunuyor. 

Lieberman bir bebeğin kendi başına yiyecek, barınak ve sıcaklığı bulamayacağını söyler. Ona göre, bebekler kesinlikle çaresizdir ve hayatta kalabilmek için başkalarına güvenmek zorundadır. Kendi yiyeceklerini hazırlamaları, çevrelerinde hareket edebilmeleri, etkin bir şekilde iletişim kurabilmeleri ve modern bir ekonomiye katılabilmeleri için dil ve yaratıcı becerilere sahip olmaları yıllar alır. 

Pamela Rutledge tarafından Psychology Today dergisinde yayınlanan “ Sosyal Ağlar: Maslow'un Kaçırdığı Şey ” (Kasım 2011) başlıklı büyüleyici bir makale, Maslow'un modelinin sosyal bağlantı rolünü gözden kaçırdığına işaret eder. Pamela Rutledge, çocuklar olarak yetişkinliğe kadar hayatta kalmak için sosyal çevremize bağımlı olduğumuzdan, sosyal bağlantı olmadan hiçbir ihtiyacın karşılanamayacağına dikkat çeker. Sosyal bağlantılarımız, ilk etapta diğer ihtiyaçlarımızı karşılamamızı sağlayan şeydir.

Maslow teorisi, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamalarıyla, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha 'üst ihtiyaçlar'ı tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söz konusu etmektedir. Maslow'un kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez. Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'nin temelinde, insan motivasyonları yatıyor. Bizi var olmaya iten, yaratıcı ürünler ortaya koymaya teşvik eden, kısaca kendimizin olabilecek en iyi versiyonu olmaya çabalamaya iten motivasyonlar..

Beş ihtiyacı ele alan bu hiyerarşi, yöneticiler tarafından çalışanların motivasyonunu daha iyi anlamak ve bunları yüksek üretkenlik ve iş tatminine yol açacak şekilde ele almak için kullanılmaktadır.

Maslow’un kuramına göre insanların ihtiyaçları sınırsızdır ve insan bir ihtiyacını giderdikten sonra başka bir ihtiyaç ortaya çıkar. Bir ihtiyacı giderme süreci içinde ise tamamıyla memnun olma/hoşnut olma durumu olası değildir. Bu esnada, giderilmemiş ihtiyaç kişi için büyük bir motivasyon kaynağıdır, bireyi güdüler ve birey neyi henüz elde etmemişse ona büyük ilgi gösterir. Fakat, ihtiyaç giderildikten sonra bu ihtiyaca yönelik motivasyon davranışlar üzerindeki belirleyici etkisini kaybeder.

Bu arada “Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi” olarak bilinen bu piramidin aslında Maslow'un orijinal eserinde hiç yer almadığını da biliyoruz. İlginçtir, bir ihtiyaç piramidinin görsel temsili Abraham Maslow'un kendisi tarafından oluşturulmamıştır. Kimse kökenini bilmiyor gibi görünüyor. Ama yine de herkes paylaşıyor. Bu nedenle piramit konuyu yanlış anlamamıza sebep oluyor. Çünkü piramit bir seviye tamamlanmadan diğer seviyeye ulaşılamayacağı algısını doğuruyor. 

“Orijinalini bulmak için önce en eski esere gittim. Üniversite kitaplığımdan çevrimiçi olarak erişilebilen 1943 tarihli 27 sayfalık makaleye hızlıca göz attım. Piramit figürünü aradım. Hiçbir yerde bulunamadı. Maslow bir ihtiyaçlar hiyerarşisinden bahseder, ancak bir piramidin şeması yoktu. Acaba 1954 tarihli Motivasyon ve Kişilik kitabında olabilir mi diye merak ettim. Üniversite kütüphanesine gittim ve kitabın bir kopyasını çıkardım. Piramit de orada değil. Aslında kitabın tamamında tek bir diyagram veya çizim bile yok.” (Prof. Dr. Sarah Elaine Eaton) 

Bundan ne öğrenebiliriz? Orijinal eserler başkaları tarafından uyarlanmıştır. 

Bu çerçevede hiyearşinin genelleme yapmak için yeterli olup olmadığı da bolca tartışıldı. Örneğin bu ihtiyaçlar yaşa göre, cinsiyete göre, sosyoekonomik duruma göre değişiyor olabilir, öyle değil mi? Bir de, başta söylediğimiz gibi, bu ihtiyaçları bir piramite oturtmak oldukça yanıltıcı. Çünkü piramit, bir seviye tamamlanmadan diğer seviyelere ulaşılamayacağı algısını oluşturuyor. Halbuki insan zihni, ihtiyaçlarını paralel olarak işleyebilecek kadar gelişmiş bir makina. Bu nedenle zamana bağlı olarak bu seviyelerin bir kısmı daha önemli, bir kısmı daha önemsiz, bazıları eş zamanlı olarak eşit miktarda önemli olabilir. Birinde meydana gelen sorunlar, diğer seviyeleri her zaman hiyerarşik olarak etkilemeyebilir. 

Hepimiz açlığımızı gidermeyi amaçlayan alt basamaktan başlar ve yavaş yavaş kendimizi gerçekleştirme basamağına doğru yöneliriz. Bugün ise işler tersine döndü. İnsanlar kendilerini gerçekleştirmeye öncelik veriyor ötekilere de sıra daha sonra geliyor. Iphone’un son model cep telefonunu almak uğruna aç kalmayı tercih eden insanlar var çevremizde. Evinde sandalyesi yok ama otomobil alabiliyor kendine. 

Yani günümüzde motivasyonun esasını giderek paranın değil değerlerin oluşturduğunu görüyoruz. 

Bu tespitler Maslow’un İhtiyaçlar Teorisi’nde savunulan görüşlere ters düşüldüğünü gösterir mi sizce de? 







3 Haziran 2025 Salı

Machiavelli’den “Liderlik Sırları” mı yoksa onu yanlış mı anladık? 

Popüler kültürün parçası haline gelen filozofların sayısı çok azdır ve fikirleri etkili olsa bile çoğu zaman insanlar onların nereden geldiğini bilmezler.

16. yüzyıl yazarı Niccolò Machiavelli bir istisnadır.

Machiavelli'nin ismini herke biliyor ve neredeyse herkes "Machiavellian" kelimesinin ne anlama geldiğini bildiğini düşünüyor. Kurnaz ve manipülatif biridir ya da ünlü bir filozofun dediği gibi, "kötülüğün öğretmeni"dir.

Peki bu tanımlar Machiavelli için adil mi yoksa o yanlış mı anlaşıldı? Eğer öyleyse, eserlerinde neyi kaçırıyoruz?

Önce onun yaşadığı döneme bir bakalım 

16. yüzyıl İtalya'sında Floransa veya Napoli gibi bir şehir devletine hükmeden bir prens olduğunuzu hayal edin. Mutlak bir güce sahipsiniz. Bir emir verdiğinizde koşulsuz itaat ediliyor. Aleyhinizde konuştuğu veya sizi öldürme planları yaptığından şüphelendiğiniz için birini hapse atmak istiyorsanız, bunu yapabilirsiniz. Her söylediğinizi yerine getirecek askeri birliklere de sahipsiniz. Fakat etrafınız şehrinizi işgal etmek isteyen diğer şehir devletlerinin hırslı hükümdarlarıyla dolu. Bu durumda nasıl davranmalısınız? Dürüst, verdiği sözleri yerine getiren, her daim şefkatle hareket eden, insanlar için hep en iyisini düşünen bir lider mi olmalısınız?

Yoksa?

Erica Benner bir siyaset felsefecisi ve Machiavelli hakkında çok sayıda kitabın yazarıdır. Be Like the Fox (Tilki Gibi Ol) kitabında, Machiavelli'nin en ünlü eseri The Prince (Prens)'in farklı bir yorumunu sunar.

Yüzyıllardır, Prens popüler olarak tiranlar için bir “Nasıl yapmalı?” kılavuzu olarak görüldü. Ancak Benner buna katılmıyor. Aslında bunun otoriter güce karşı örtülü, neredeyse hicivsel bir eleştiri olduğunu söylüyor. 

Tilki ve Aslan Arasında Machiavelli 

The Prince (Prens)'i yazdığından bu yana geçen 500 yılda Machiavelli'nin adı tiranlıkla ve "amaçlar araçları meşru kılar" doktriniyle ilişkilendirildi. Ancak o bunu savunmuyordu. Erica Benner, Tilki Gibi Ol’da bizi, Medici prensleri sürgün edildikten sonra yeni özgürleşmiş vatandaşların özgür bir cumhuriyet kurmak için savaştığı Rönesans Floransa'sına geri götür.

Burada, Medici prensleri sürgüne gönderildikten sonra yeni özgürlüğüne kavuşan vatandaşlar özgür bir cumhuriyet kurmak için savaşır. Machiavelli hayatını bu özgürlük mücadelesine adadı. Ancak kahramanca çabalarına rağmen, Medici kısa sürede yeniden iktidara geldi. Siyasetten zorla uzaklaştırılan ve özgürce konuşması engellenen Machiavelli, tiran prenslerin hüküm sürdüğü bir çağda demokrasiyi savunmak için tilki gibi ikiyüzlülük becerilerini kullanmak zorunda kaldı. Mektuplarından, siyasi yazılarından, vurucu hiciv dramlarından, krallar ve papalarla yaptığı konuşmalardan yola çıkılarak hazırlanan Tilki Gibi Ol kitabında, Machiavelli'yi günümüzün beklenmedik kahramanı olarak ortaya konulur. 

Aslında ona göre etkili bir prens “nasıl olunmayacağını öğrenme”lidir. En önemlisi de iktidarda kalabilmektir ve bunu yapabilmek için de hemen hemen her yol mubahtır. Amacın aracı haklı kıldığı bazı koşullarda Machiavelli, ölümü onaylamıştır. Ancak bu örnekleri vermesinin amacı bu değildi. 

Bazı filozoflar Machiavelli'nin önemli bir şeyi de ifade ettiğine inanır. Belki de alışılagelmiş iyi davranışlar liderler için işe yaramamaktadır. Gündelik hayatta merhametli olmak ve size söz veren insanlara güvenmek başka şeydir, ama bir ülke ya da devletin başındaysanız diğer ülkelerin size iyi davranacağına güvenmek tehlikeli bir tutum olacaktır.

1938'de Adolf Hitler İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain'e Almanya'nın topraklarını daha fazla genişletmeyeceği sözünü verdiğinde, Chamberlain ona inanmıştı. Şimdi bakıldığında Chamberlain'in bu davranışı oldukça naif ve budalaca görünür. Machiavelli böyle bir durumda Chamberlain'e, Hitler'in yalan söylemek için binbir türlü sebebi olduğunu ve ona güvenmemesi gerektiğini söylerdi.

Öte yandan Machiavilli’nin muhtemel düşmanlara karşı aşırı gaddarca eylemleri desteklediğini unutmamak gerekir. Çoğumuz bir yöneticinin en azılı düşmanına karşı takınacağı tavırda bile bazı katı sınırlar olması ve bu sınırların da yasalarca belirlenmesi gerektiğini düşünürüz. Eğer bu sınırlar belirlenmezse, sonunda vahşi despotlar ortaya çıkacaktır. Adolf Hitler,i Pol Pot ve Saddam Hüseyin gibiler iktidarda kalmak için en sert yöntemleri uygulamışlardır. Bu yorumlar Mavhiavelli felsefesi için iyi bir reklam olmayacağı aşikardır. 


Yararlandığım kaynaklar: Felsefenin Kısa Tarihi Nigel Warburton, https://wwnorton.com/books/Be-Like-the-Fox/

24 Nisan 2019 Çarşamba

14 Şubat 2017 Salı

Bizi Nasıl İkna Ediyorlar?

Çoğumuz, kararlarımızı kendi özgür irademizle aldığımızı düşünürüz. Fakat eldeki veriler, durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Çünkü insanların fazlasıyla dış etkilere açık bir yapısı vardır. Kararlarımızı alırken farkında olmadan “bazı şeylerin” etkisi altına gireriz. Kötü haber ise, burada yapılan tespitleri “İşbilen/ kurnaz” arkadaşların da okuyacak oluşudur. Yani onlar, bu tespitler üzerinden sizin iradenizi yönlendirmeye çalışacaklardır. 



Kalabalık İnsanlar Üzerinde Etkilidir!

Bazı özel durumlarda “Sosyal kanıt ilkesi” devreye girer ve içimizdeki ses “kalabalığı takip et, kalabalığı takip et” der usulca bize. Bu ilke, bir şeyden emin olmadığımız zamanlarda başkalarının ne yaptığına bakıp bizim de o şekilde davranmamızı gerektirir. Yemek yemek için, sinek avlayan restoran yerine kalabalık olanı tercih etmişseniz, bir siyasi partinin adayına sırf güzel gülümsediği için oy verdiyseniz, siz de bu durumdasınız demektir. Bir şey satın alacağınız zaman sosyal medyadaki arkadaşlarınızın yazdıklarına bakmamızın temelinde de bu ilke devreye girer. Pazarlamacıların da başvurduğu yöntemlerden biri de sattıkları ürüne olan talebin çok yüksek olduğunu ve müşterilerin bu ürünü kapış kapış satın aldıkları yanılsaması yaratırlar. Uzmanlar, kararlarımızın başkalarının davranışlarından da etkilendiğini belirtiyor. Yani başkalarının bir ürünü satın aldığını görüp bizler de aynı şeye yönelebiliyoruz.
Elde Etmesi Zor Olan Şey, Her Zaman Daha Değerlidir!
Mark Twain’in Tom Sawyer için dediği gibi, Tom, insan davranışının önemli kuralını keşfetmişti. Birinin bir şeyi çok istemesini sağlamak istiyorsan tek yapmam gereken şey, o şeyin elde edilmesini zorlaştırmaktır. 1970’li yıllarda Tahiti’de çıkan siyah incilerin piyasası yoktu. İtalyan elmas tüccarı James Assael girişimiyle Fifth Avenue’deki mağazanın vitrinine fahiş fiyatlar konularak satışa çıktı ve dergilere tam sayfa ilanlar verildi. Assael değeri belirsiz bir şeyi almış onu şaşılacak derecede seçkin hale getirmişti. 

Yeni Bir Ürünün Fiyatı Tamamen Spekülasyona Dayalıdır
Bir şeyin ucuz ya da pahalı olmasını belirleyen şey “çapa etkisi”dir. Bu durum genel olarak insanı etkileyen bir zaaf olarak kabul edilir çünkü, etkileşime girdiğimiz veya öğrendiğimiz bir sayı pazarlık yaparken ve gelecekteki kararlarımızı verirken bizi etkileyecektir. Davranışsal iktisatın öncülerinden psikolog Daniel Kahneman’a göre zihnimiz, açılış rakamına çapa atıyor ve pazarlık bu çapanın çevresinde devam ediyor.
“İlk veriye saplanma durumu sadece pazarlıklarda karşımıza çıkmıyor. Mesela, size “Gandhi öldüğünde 114 yaşından fazla mıydı?” diye sorup, umuyorum ki, hayır cevabını aldığımda, daha sonra Gandhi’nin kaç yaşında öldüğünü sorsam, vereceğiniz cevap 114 yerine 35 yaş ile sorduğum zaman alacağım cevaptan daha yüksek olacaktır.”

Olumsuz Bir Sunmanın Farklı Bir Çok Yolu Vardır: Psikolojide, bir bilginin sunum şekline bağlı olarak insanlarda algılama ve karar verme süreçleri de değişir. Aynı bilginin iki farklı şekilde dile getirilmesi insanların seçimlerini büyük bir şekilde etkilediği bilinir. Faydamıza olan seçenekleri, kaybımıza olan seçeneklere tercih ederiz. Diyet yapanlar üzerinde “% 10 şeker var” yazan ürünlerin yerine “% 90 şeker içermez” uyarısında bulunan ürünleri tercih eder ve bu tercihten dolayı da içleri rahattır. “% 90 şeker içermeyen” light ürünlerini afiyetle yerler. Aslında iki durumda da  şeker oranı % 10'dur  ve değişen bir şey yoktur fakat % 10 şeker olduğu gerçeği bize itici gelir, bunu duymak istemeyiz. Ya da diyelim ki doktorunuz size bir ameliyat önerdi ve şöyle dedi: “Bu ameliyatı geçiren 100 kişiden 90’ı 5 yıldan sonra hâlâ hayatta”. Bu ameliyatı ister misiniz? Ya da doktorunuz “Bu ameliyatı geçiren 100 kişiden 10’u 5 yıldan sonra öldü” deseydi ne yapardınız?


Ne Kadar Çok Görülürsen, Daha Çok Tercih Edilirsin! 
Ne kadar çok görürsek o kadar çok severiz. Bu etki, düzenli olarak gördüğümüz kişilerle arkadaşlıklar veya romantik ilişkiler oluşturma eğilimi içinde olmamızı da anlatıyor. Reklamcılık, her ne kadar bu alandaki tablo daha az net olsa da, salt maruz kalma etkisinin çok önemli bir rol oynadığı başka bir alandır. Araştırmalar bir markaya veya şirket ismine tekrar tekrar maruz kalmanın satışları yükselttiğini ama bu varsayımın aşırı derecede basitleştirilmiş olduğunu ve maruz kalma sıklığının diğer olası etkilerini dikkate almadığını göstermektedir. Bu etki aynı zamanda “aşinalık etkisi” olarak da bilinir

Tekrarlanan Yalan Gerçeğe Dönüşür! Nazi Propaganda Bakanı Jospeh Goebbels'e atfedilen ve propagandanın temel kuralı olarak bilinen bir söz vardır:  “Tekrarlanan yalan gerçeğe dönüşür". Doğru olup olmaması o kadar önemli değildir. Bir yalan sürekli tekrar edilirse o yalanı duyanlar bir süre sonra gerçek olmayan o yalan / söze inanmaya başlarlar. Psikologlar bu durumu "gerçek yanılsaması etkisi” olarak tanımlıyor. Beyazperdeden bunun en iyi örneği Underground filmidir.Unutmayın ki bugün,  ciddi bir cehalet döneminde yaşıyoruz ve bilginin ‘erişilebilir’ olması o bilginin doğru olduğu anlamına gelmiyor. Bu amaçtan yola çıkan kimi lider, kişi ve şirketler menfaatleri gereği yanlış bilgiyi özellikle yayabilirler. İnternet ve popüler kültür eşliğinde her türlü dezenformatif bilgi yayılır. Buradaki asıl amaç, zihinleri allak bullak ederek, konu hakkında şüpheli ortamlar yaratmaktır. Böylece bu “dengeleme” yoluyla bu amaca yürüyen şirketler ya da kurumlar tarafından tartışılan konu hakkında iki farklı görüş olduğu, ‘uzmanların hemfikir olmadığı’ algısı yaratılıyor, gerçeğin yanlış bir şekilde resmedilmesine, yani bilgisizliğe neden olunuyor.        

Zorunluluk Hissi Yaratmak Onları Borçlandır! 
Araştırmalar insanların başka birinden bir yardım gördüklerinde bir şekilde bunun karşılığını vermek istediklerini gösteriyor. Sosyal bilimciler bunu “karşılıklılık kuralı” olarak adlandırıyor. Bu güçlü bir duygudur. 2006’daki bir araştırmada Profesör Burger ve ekibi, insanların kendilerine yapılan bir yardımın karşılığını verdikten sonra bile kısa süreliğine ikinci bir talebe bile cevap verebildiklerini ortaya koydu. İşte pazarlamacılar bu eğilimleri biliyor ve kendi avantajlarına kullanıyor. Bir ürünle ilgili uzun uzun bilgi veriyor, ekstra çabalara girişiyor. İnsanlar bir şeyi bedava aldıklarında ya da birinin zamanını aldıklarında kendilerini kötü hissedip bunların karşılığını vermek istiyor. Yani bir şeyi satın alma zorunluluğu yaratılmış oluyor.



20 Aralık 2016 Salı

Neden Mutlu Olamıyoruz?


Mutluluğu büyük ölçüde zenginlik, sağlık, pahalı yiyecekler ve hayata dair deneyimler gibi fiziksel koşuların yarattığı bir sonuç olarak gördük. Fakat gelin görün ki, mutlu olmak için para, statü, şan ve şöhrete ihtiyaç yok. Mutluluk aslında bir insanın hayatını değerli görüp görmediğiyle ilgili bir şeydir.

Algılarımız görecelidir. Kendimizi bizimle aynı durumdaki insanlarla karşılaştırır ve buna göre tavrımızı ve kararlarımız belirleriz. Daima meslekleri mesleklerle; tatilleri tatillerle; insanları insanlarla karşılaştırırız. Buradan kıskançlık, çekememezlik ve maraza doğar. 20. Yüzyıl hicivcisi H.L. Mencken’in de dediği gibi “Bir erkeğin maaşından duyduğu tatmin, bacanağından daha fazla kazanıp kazanamadığına bağlıdır”.

Karşılaştırma eğilimliyizdir. Eğer çoğu insanın mutsuz olduğu bir yerde bunalımdaysak kendinizi etrafınızdakilerle karşılaştırır ve aslında kendimizi o kadar da kötü hissetmeyiz. Oysa herkesin yüzünde kocaman bir gülümsemenin olduğu bir ülkede bunalımdaysak hayatımızın ne kadar zor olabileceğini tahmin etmek hiç de zor değildir.
Ekonomik piramidin en altındaki bir insan için tabii ki daha fazla para demek, daha fazla mutluluk demektir. Öte yandan zaten ekonomik durumu iyi olan üst düzey bir yönetici için daha fazla para demek, onun mutluluk algısında uzun dönemde çok fazla bir değişim yaratmayacaktır. Peki mutlu olmak için gerçekten de hiç paraya ihtiyaç yok mu? Nobelli ekonomist Angus Deaton ve çalışma arkadaşı Daniel Kahneman'ın araştırmalarına göre, mutlu olmak için ayda yaklaşık 18 bin TL kazanmak gerekiyor. Yılda 75 bin dolardan (yaklaşık 219 bin TL) fazla kazanmak insanların mutluluk oranlarını artırmıyor. Deaton ve Kahneman "Daha çok para daha çok mutluluk vermiyor ama az para acı verebiliyor" diyor

Mutluluk İçimizde Başlar

Filozoflar, din adamları, psikologlar ve iktisatçılar binlerce yıldır mutluluğun ne olduğunu anlamaya çalıştılar. En az fiziksel koşullar kadar, toplumsal, ahlaki ve ruhani etkenlerin de mutluluk üzerinde etkisinin olduğu sonucuna vardılar.

Bugün ayrıca mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde saklı olduğunu biliyoruz. Mutluluk, vücut kimyasında bulunan serotonin, dopamin ve oksitosin gibi çeşitli biyokimyasal maddeler tarafından yönlendirilir. Peki, her bir şeyi bir kenara bırakıp biyokimya sistemimizi manipüle etsek ne olur? İnsanları bu yolla sonsuza kadar mutlu olmasını sağlayamaz mıyız? Sağlarız. Evet, unutulmaması gerekir ki Prozac, belki rejimleri değiştirmiyor ama insanların serotonin seviyelerini yükselterek insanları depresyondan çıkarmada başarılı olabiliyor. Acaba bazı özel ilaçlarla bu işin sürdürülebilirliğini devam ettirmek n derece sağlıklı?

Unutmayın ki her sorunun çözümü beynimizde mevcut. Sorunları çözmenin kendi içimizde başladığını nedense unutuyoruz ve bir sihirli dokunuş bekliyoruz. Çözümü kendimizde ve hayata bakış açımızda aramayıp Dorothy ve arkadaşlarının “Oz Büyücüsü”ne giderek bize büyülü, kolay, basit ve hızlı bir mutluluk formülü üretmesini bekliyoruz.  

Uzun lafın kısası. Mutluluk aslında bir insanın hayatını değerli görüp görmediğiyle ilgili bir şeydir. Nietzsche’nin söylediği gibi, şayet yaşamak için bir sebebiniz varsa her şeyle baş edebilirsiniz. Anlamlı bir hayat türlü zorluklar içinde geçse de insanlar buna rağmen son derece mutlu olabilir. Bunun karşısında anlamsız bir hayat da ne kadar rahat ve konforlu olursa olsun çekilmez bir hal alabilir.    
Ha aklıma gelmişken söyleyeyim. Geçenlerde Meksika Körfezi’ne gittim. Balıkçı kendine büyük bir tekne almamış ve hala balık tutmaya devam ediyor. 

13 Aralık 2016 Salı

“Ne Olmasa Olur?” Yasası



Çığır açan pek çok düşüncenin bir kısmı hâlihazırdaki bir ürün ya da hizmetin bazı özelliklerini yürürlükten kaldırmakla mümkündür. Walkman, Southwest Airlines ve iPhone gibi bu birbirine benzemez markaların ortak tek bir noktası “Ne olmasa olur?” yasasının bizatihi sonucudur. 

Bir İnovatör yenilikçi fikirleri ararken olmadık yerlerden beslenebilir. İnovasyonun doğası gereği bazen iki farklı disiplini bir araya getirir bazen de sorunları bir fırsat olarak görerek bu durumdan yeni fikirler üretmeye çalışır. Bazen işi daha kolaydır. Bu işe gönül vermiş bir inovatörün yapması gereken tek şey, kendisine ya da mesai arkadaşlarına “ne olmasa olur?” şeklinde bir soru sormaktır. Yani zaten varolan ve kullanılmakta olan bir ürün ya da hizmetin kimi özelliklerinin kullanılmamasından büyük bir dönüşüm yaratan iş fikri çıkabilir mi? Başarılı olmuş bütün işlerin arkasında, basitleştirme anlayışı yatar ve burada temel kural ürünün anlamını koruyup, gereksiz olanı çıkarmaktır.
İşte karşınızda dünyada büyük dönüşüm yaratan “olmasa olur” örnekleri...

Hoparlörler varken, kim kulaklıkla müzik dinlemek ister? (Walkman) 

1963 yılında, Philips Electronics “kasetçalar” adı verilen yeni bir ses kayıt cihazı tasarlamıştı. Çok geçmeden şirketler dünya genelinde portatif kayıt cihazları ve büyük boyutlu müzik setleri tasarlayarak karlı bir işe giriştiler. O zamanlar portatif müzik çalarlar omuzda taşınarak genellikle yüksek sesle dinlenirdi. Walkman bu sorunu ortadan kaldırdı. Aslında Walkman başlarda Sony için başarısız bir proje olarak rafa kaldırılmıştı. Fakat şirket sahiplerinden Masaru Ibuka’nın farklı bakış açısı dünyaca ünlü Walkman’in doğuşuna zemin hazırladı. Mühendisler bu yaşlı adamın keçileri kaçırdığını düşünüyordu. Kaydedemeyen bir kayıt cihazı yapmanın ne mantığı olabilirdi ki? Hoparlör varken, kim kulaklıkla müzik dinlemek isteyebilirdi ki? Sony, hoparlörlerden ve kayıt fonksiyonundan vazgeçerek, tüketicilerin yanlarında taşıyabilecekleri kasetçalar yapabileceğini düşünmüştü. Gerçekten de Walkman sayesinde, artık sadece oturarak değil, yürürken ve koşarken de müzik dinlenebiliyordu. Sony, Walkman ile müziği ayağa kaldırmıştı.
Mini Bilgisayar Üretilemez mi? (Mini bilgisayar)
Büyük şirketlerin ana bilgisayar işinde IBM’den küçük bir parça koparabilmek için var güçleriyle saldırıya geçtiği yıllarda, inovatif faaliyetleriyle öne çıkan küçücük bir şirket, bilgisayar pazarlama alanında başarılı bir işe imza attı. Bu firmanın adı Digital Equipment Corporation (DEC)’di. IBM büyük bilgisayar yaparken DEC küçük bilgisayarlara yönelmişti. Büyüklük egosu, IBM’nin doğru karar vermesine engel olmuştu. DEC’in mini bilgisayarları ciddi bir talep patlaması yarattı, kârlılığı 4 milyar dolar seviyesine ulaştı. Gerçi DEC, bir süre sonra kapitalizm Ölü Markalar Derneği’ne üye oldu. O da ayrı bir yazı konusu.
Fiziksel Klavye Kalksa ne olur? (Iphone)

BlackBerry şirketinin ilk hali Research in Motion'ın kurucusu Mike Lazaridis, 2008’de ne maksatla olduğu bilinmez dokunmatik ekran telefon üretimine karşı çıkmıştı. Dolayısıyla bu fırtınayı Apple'ın başlatmasına zemin hazırladı. Vakti zamanında BlackBerry kapış kapış satılan bir üründü, ta ki Apple’ın aklına “fiziksel klavyeyi ortadan kaldırsak ne olur?” sorusu gelene kadar.

Havayolu Taşımacılığı Ucuz Olmaz mı? (Southwest Airlines) 
Southwest, ABD’nin ucuza ve çok sayıda seferle uçan havayolu şirketi. Southwest, birinci sınıf kategorisini ortadan kaldırarak tamamen ekonomik sınıfa odaklandı ve birinci sınıf kabini yürürlükten kaldırarak Amerika’nın en büyük havayolu şirketi oldu. Operasyonlarının ikinci yılında, Southwest kârlılık göstermeye başladı. Dört büyük iç hat şirketi (American, Delta, United ve US Airways) 41 yılda iflasa sürüklenirken, Southwest’in bu zaman zarfında zarar açıkladığı tek bir yıl bile olmadı.

Tezgahtardan kurtul, Self Servis Alışveriş Yap (Süpermarket)
Michael J. Cullen, tezgâhtarlık yaparken kariyerinde bir yükseliş yaşayarak çalıştığı şirkette genel satış yöneticiliğine getirilmiş bir kişiydi. Yeni bir market modeline dair kafasında bir düşünce vardı, bu yüzden de genel müdürüne bir mektup yazarak sektörü dönüştürecek bu fikrini detaylıca anlatmıştı. 1930 yılında mektubunun yanıtsız kalması üzerine işi bıraktı, Long Island’a taşındı, boş bir garaj kiraladı ve Amerika’nın ilk süpermarketi olan King Kullen’i Queens’te açtı. Şunu düşünüyordu: Tezgâhtarlardan kurtul ve tüketicilerin istedikleri ürünleri raflardan kendilerinin alacağı bir ortam yarat.
Bagajı Olmayan Otomobil Olmaz mı? (Mini)


1957 yılında, British Motor Corporation Başkanı Leonard Lord, tüketiciler için güvenilir ve fonksiyonel olacak küçük arabalar geliştirmeye karar verdi. Lord, tasarımcı Alec Issigonis’e 3 metre uzunluğunda, 1,5 metre genişliğinde ve 1,5 metre yüksekliğinde bir kutuya sığabilecek bir araba yaratma görevi verdi. Mini’nin süregelen başarısının ardında tek bir basit öngörü var. Bagajın kaldırılması. Bu sade fikir sayesinde, çok daha geniş araçların sahip olduğu iç hacim küçük bir arabada mümkün olabildi.